HABERLER
"SİVİL TOPLUMUN GÜCÜNÜ ANLAMAK"
Genel Başkanımız Mürsel Turbay, Sebîlürreşad dergisinde kaleme aldığı yazıda sivil toplum kuruluşlarının gücünü anlattı. İşte Sebîlürreşad dergisinde yayımlanan "Sivil Toplumun Gücünü Anlamak" başlıklı yazısı: Son 10 yıldır sivil toplum kavramının küresel bir güce dönüştüğüne şahit oluyoruz. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında ciddi anlamda budanan sivil toplum geleneğinin, tek parti döneminden 2000’li yılların başlarına kadar kapalı ve mikro düzeyde devam etmesi, alt toplum kesimlerinin dayanışma içinde ayakta kalmasını sağlamıştır. Yoğunlukla ‘cemaat’ yapılanmaları olarak sürdürülen bu tip sivil yapılanmalar, baskıcı devlet erkine karşı bireyi koruyan, aidiyet ve güven duygusunu tatmin eden bir işlev görmüştür. Toplumun milli gelenek, ahlak ve inanç değerlerinin yeni kuşaklara aktarılmasında da önemli roller üstlenen bu sivil yapılar, taşıdıkları oy potansiyeli nedeniyle bütün siyasi partilerin dikkate almak zorunda kaldığı örtülü bir güç olarak varlığını sürdürmüştür. Zaman zaman seküler devlet anlayışının baskılarına maruz kalan sivil oluşumlar, kendilerini devlet nezdinde dışlanmış ve ikinci sınıf olarak hissetmeye başlarken, özellikle 12 Eylül darbesi sonrası dini inancın bir parçası olan başörtüsü ve sakal, bu insanların ayrıma tabi tutulmasına, hukuk dışı uygulamalara maruz kalmalarına yol açmıştır. Bugün millet olarak mücadele etmek zorunda kaldığımız Fetullahçı Terör Örgütü, devletin dışladığı muhafazakâr ve mütedeyyin sivil oluşumların duygularını kullanarak kendine alan açmış, takiye yöntemlerini kullanarak devlet kademelerine sızmıştır. Milletimizin karakterine uymayan takiye yöntemini kullanırken de devletin dini hayata karşı dışlayıcı ve ötekileştirişi uygulamalarını gerekçe göstermiş, yöntemlerinin mecburi ve meşru olduğuna yönelik inandırıcı argümanlar geliştirmiştir. FETÖ’nün Ak Parti iktidarıyla birlikte neşvünema bulduğunu iddia eden seküler ve sol çevreler, maalesef meseleyi yüzeysel ve konjonktürel olarak ele almakta, Anadolu’nun büyük çoğunluğunu oluşturan mütedeyyin kesimlere karşı laiklik adı altında dayatılan seküler hayat tarzının bu meseledeki rolünü gözden kaçırmaya çalışmaktadırlar. Şurası açıktır ki; FETÖ yapılanması sinsi ve takiyeci yöntemlerine dayanak olarak hep laik jakoben uygulamaları örnek göstermiş, saf Anadolu insanını bu gerekçelerle kandırarak çocuklarını elinden alıp birer Frankeştayn’a çevirmiştir. Türkiye’de özgürlük ve eşitlik temelinde sivil toplum yapılarının gelişmeye başlaması ağırlıklı olarak 1990’lı yıllarda başlamıştır. Serbest piyasa ekonomisinin doğal sonucu olarak gelişen dış dünyaya açılım politikaları, Avrupa Birliği’ne katılım için yürütülen müzakerelerin hızlanması ve Avrupa’yla kurulan yoğun ilişki ortamı, içeride de sivil toplum hareketlerini hızlandırmış, yerel faaliyetlerden küresel faaliyetlere doğru evrilmelerini sağlamıştır. Türkiye’nin son yıllarda dünya genelinde artan siyasi ve ekonomik etkisinin altında da sivil toplum örgütlerinin yurt dışı faaliyetleri yatmaktadır. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı her ne kadar siyasi kimliği ile tanıyor olsak da, onu siyasi hayata çeken unsurun sivil toplum örgütçülüğü olduğunu görürüz. Spor hayatının askerî darbeyle sona ermesinden sonra arayış içerisine giren ve siyasete girdiği 1976’dan önce Millî Türk Talebe Birliğinde aldığı aktif görevle çözümü sivil toplum örgütlerinde bulan Recep Tayyip Erdoğan, 28 Şubat döneminde “5’li Çete”nin siyaset üzerindeki etkisini de gördü. Sivil toplum örgütlerinin bir ülkeyi zirveye çıkarabileceği gibi, yerin dibine de batırabilecek güce sahip olduğunu bizler de 28 Şubat’ta daha iyi gördük. Milletin başına bela olan 28 Şubat sürecinin başaktörleri arasında bulunan “5’li Çete” sürecin sivil ayağını oluşturmuştu. Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonu (TİSK), Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu (TESK), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK- İŞ) ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonundan (DİSK) oluşan “5’li Çete”nin o gün başında bulunan yöneticilerinin kimler olduğuna ve sivil toplum örgütçülüğünü bırakıp ne yaptıkları ortadadır. 28 Şubat’ı iliklerine kadar yaşayan Erdoğan da siyasi hayatının kalfalık döneminin sonunda sivil toplum temelli örgütleşmeyle ustalık dönemine geçiş yaptı. Türkiye’nin, mazlum coğrafyalarda sevilen bir aktör, sömürgeci ülkeler nezdinde ise tehlikeli olarak görülmesinin en önemli sebebi; Erdoğan’ın resmi ve sivil toplum örgütleri ile Türkiye’nin gerçek yüzünü dünyaya anlatması olmuştur. Dünyanın en büyük sömürge ülkeleri olan İngiltere ve Fransa’nın kültürlerini, kimliklerini hatta dinlerini değiştirdiği coğrafyalarda Türkiye, sömürgecilerin bıraktığı derin izleri silmeye başlamış; bunu, Türk İşbirliği Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA), Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD), Türk Kızılayı, Göç İdaresi, Türk Diyanet Vakfı (TDV), Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığı (YTB), Maarif Vakfı, Yunus Emre Enstitüsü ve bağımsız sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarıyla başarmıştır. Bir zamanlar sömürge güçlerinin var olduğu ya da hâlâ elini çekmediği ülkelerde artık her biri bir sivil toplum kuruluşu gibi çalışan kimi özerk kimi ise devlete bağlı kurumların logolarıyla dolu olduğunu görürsünüz. 10 yıl önce tanınmayan, haritada bile gösterilemeyen Türkiye artık bu sayede kendini göstermiş, tanınır ve bilinir hâle gelmiştir. Eksik olan ise sömürge ülkelerin yöneticileri ve onların güdümünde olan basının dünya genelinde oluşturmak istediği “olumsuz Türkiye” algısını ortadan kaldıracak ya da tersine çevirecek bir yapıdır. Bu yapının da temelini sivil toplum kuruluşlarının oluşturacağı gerçeği bir zaman sonra herkes tarafından kabul görecektir. Batı’nın en büyük sivil toplum aktörlerinden biri de emek hareketleridir. Ekonomileri doğrudan ilgilendiren, çalışma hayatının en önemli unsurları olan işçi ve memur kesiminin oluşturduğu örgütlenmeler, devletlerin iç ve dış politika stratejilerini yönlendirmede en güçlü aktör konumundadır. Küresel aktörlerin hedef ülkelerde darbe ve diğer yollarla yaptıkları yönetim değişikliklerinde yararlandıkları en büyük argüman emek hareketleri olmuştur. AB merkezli emek örgütleri, sivil toplum kuruluşu olmaktan çıkıp faaliyet gösterdikleri 3. dünya ülkelerinde adeta birer misyonerlik ve ajanlık ofisi gibi çalışmaktadırlar. Biz de bu bilinçle, alanımızda Türkiye’yi uluslararası arenada temsil etmek, ülkemizin tertemiz niyetini ve uluslararası ilişkilerdeki derdini tüm dünyaya göstermek amacıyla 2015’te Uluslararası Emek Hareketi Konfederasyonunu (ICLM) kurduk. AB merkezli ETUC, EPSU; uluslararası faaliyet gösteren ITUC, PSI gibi küresel konfederasyonların Türkiye karşıtı tutum ve faaliyetleri nedeniyle Türkiye’nin küresel ölçekte sivil toplum kuruluşlarına sahip olması gereğinden yola çıkarak, ulusal sendikacılık tecrübelerimizi küresel ölçeğe taşıdık. Türkiye’nin ilk ve tek uluslararası konfederasyonu olan ICLM’i, bugün 15 ülkeden 17 sendika ve 8 milyonu aşan üye sayısıyla dünya sendikacılık alanında önemli bir aktör hâline getirdik. Kuruluşuyla birlikte dikkatleri üzerine çeken ICLM, Brüksel merkezli uluslararası konfederasyonların hedefi haline geldi. Türkiye’nin etkinliğinden rahatsız olan bu uluslararası sözde konfederasyonlar; adeta bir mafya gibi hareket ederek ICLM’e üye olmak isteyen ülke sendikalarını tehditle Türkiye’den uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Sivil toplum kuruluşlarının gücünü yeterince kavrayabildiğimiz takdirde, Türkiye olarak uluslararası arenada daha etkin ve belirleyici bir konuma geleceğimize kuşku yoktur. Yeter ki bu alanı güçlendirirken devlet olarak şeffaf ve açık bir yöntem belirleyelim. Aksi halde, Sivil toplumu baskılayan yöntemlerin bırakın ülkeyi güçlendirmeyi, bir Truva atı olarak ülkenin işgal edilmesi için kullanılan birer Truva atı işlevine dönüşmesi kaçınılmazdır. Türkiye’nin sivil toplum kuruluşlarının geliştirilmesine yönelik atacağı her adım, 2023, 2053 ve 2071 hedeflerini gerçekleştirecek birer kilometre taşı olacaktır.